…insanlarla kaynaşan büyük şehirde
insanları özlesen…
Şevket Rahman
Garip bir durum: dedikodulara kulak versem çevrede göze ilişebilecek adam kalmamış. Düşünebiliyor musunuz, adam yok! Su olmazsa kuraklık olur, eşyalar olmazsa yoksulluk olur, para olmazsa fakirlik olur, yiyecek olmazsa açlık olur. Ya adam olmazsa?!
Her şey var, adam yok… sadece dört sesten ibaret bu sırlı kelimeyi (ADAM) rahat söylemeye çekinir oldu adam. Yok olan bir şeyi nasıl söylersiniz değil mi?!
Bir ağabeyimiz hikâye yazmış. Hikâye kahramanı kanat çıkararak şehir üzerinde uçar, bir tek insanı bile görmez! Sokaklar tenha. Etrafta naylonlar, kâğıt ve bez parçaları uçuşur… Binalar yerinde duruyor, ağaçlar yerinde büyüyor, her tarafta hayat izi var, fakat bu hayatın gül tacı olan adam yok! Hiçbir yerde! Hatta o hikâyeyi okuyacak ve ona değer verecek kimse bulunmaz…
Diğer bir arkadaşımız, birinin, yer üstünde yaşanan nahoş işlerden bezdiğinden tarla sincabı gibi çukur kazarak yerin altına girdiğini yazmış. On seneyi aşkın zaman geçmiş ama niçin yerin altına girdiğini adam gibi kimseye anlatmamış. Yakınları yalvarmışlar, yakarmışlar ama kimseye kulak asmamış. Araya Saygın kişileri de sokmuşlar. Hayır, yer yüzüne asla çıkmak istememiş. Niye? (derseniz) Ağabeyim çileye oturmuş.
Boş söz, bu adam ya bizi aptal sanır, ya pek âlâ, akıllı, uslu toplumu oyalamak istiyor – onun işi çile değil, kesin çile değil! Çile bu kadar uzun sürmez, çile kırk gün sürer, O adam yerin altına gireli on yılları aşmışsa burada başka bir neden var. İşte size karışmış yumak! İlmî teşkilatlar (İT) nereye bakıyorlar? Öyle ağızlarını açıp oturmasınlar – boğazlarına kepek sinek kaçırırlar! – yumağın ucunu arasalar iyi olurdu!
Diğer bir hikâyeye göre, bir deli Köy eteğindeki kulübesini kendine mezar yaparak yıkanmadan, kefensiz girmişmiş. O günden beri Köy onu unutmuşmuş…
Birbirinden daha gizemli, birbirinden daha korkunç dedikodular… Bu dedikodular ne demek istiyor? Yerin üstünde adam bitmiş, tükenmiş: bazıları çileyi bahane ederek yer altını mekan seçmiş – bir şeyleri bekleyerek pusuda bekliyor; bazıları da bahçeleri-evlerini mezara dönüştürerek diri diri mezara girmişler – kıyameti bekliyorlar… demek mi istiyorlar?!
Allah Allah, adamlara ne olmuş böyle? Yer yüzü neden dar oldu? Neden canı sıkılıyor? Canı neyi istiyor? Her geçen gününe şükredip kuyruğunu çekerek yaşasa olmaz mı?
Ne güzeldi, yürüyordu insanlar geçimlerini sağlayarak… şehirler kalabalıktı, iğne atsan yere düşmezdi (Nebi yazarın yazdığına göre, iğnenin yere düşmemesinin nedeni, rızkını arayan birinin iğneyi alıp hemen evine götürüverebilmesiymiş).
Öyleyse, sokakta dolaşanlar kimler? Bunlar adam değilse, adamlar nerede? Onları görmüyor muyuz ya da iki ayaklı insan bir tür olarak yitip gitti mi? Hayır. İşte yürüyorlar adam gibi. Yukarıdan iğne atın bakayım…
Yazarlar kitlesi aslında çok kurnaz olur, sanki başka bir konu yokmuş gibi ya da yazacak sözü kalmamış gibi yok yerde bir meseleyi ortaya koyar durur. Dikkat edin: çevrede bıçağa yarayan tam bir adam kalmamışmış. İmkan verseniz de bulup bıçağa yaratıverseler. Tam adam değilse de yarıları geziyor ya, diyebilecek mert yok.
Kısacası bu hikâyeler, dedikodular bir gün boğazıma kadar dayandı. Meseleyi bizzat araştırmak, öğrenip çözüm bulmak istedim. Terliği ayağıma iliştirerek dışarı fırladım.
(Aslında çözümü oturduğum çilehanede ya da yattığım mezarda arasam da olurdu, çünkü adamların bulunmadığı sokakta ne işim var. Fakat bu noktada sokağa çıkma durumu önemlidir, ona ayrı vurgu verilmesi, ayağa terliği iliştirirken ve dışarı fırlarken çevikliğin ve özverinin kabararak görünmesinden dolayıdır. Durum ne kadar çok abartırılırsa o kadar ilginçtir. Özür dilerim.)
Sokakta…
…durum aynı – hıncahınç kimse, kalabalık… herkes bir yerlere acele eder, koşuşturur, gürültü koparır, ama kimse birbirine bakmaz, birbirini tanımaz, takılarak yere düşerseniz, aldırmadan basar geçerler, adam var demezler, gözler rahatsız, birinin aniden yukarıdan iğne atmasını mı bekliyor acaba? Her ihtimale karşı ayak altına bakarak yürürler, bir şeyler ararlar.
Bunlar kim? Koyun ya da balık değiller ya! Ha aklıma geldi bu kalabalık “kim?” sorusuna mı cevap olur, “ne?” sorusuna mı? Bu kalabalık kimlerden mi oluşmuş yoksa nelerden mi?
Büyük caddenin kenarında bu soruya cevap bulmak için kafa yorarken kafasına dönen ışık takmış, beline çizgi çekilmiş garip bir araba gürültü kopararak oradan geçer. Höparlörü âlemi bozarak bar bar bağırdı:
− On altı elli dokuz, hemen yolu boşalt! Sana söylüyorum!!! Yayalar, siz de hemen gözümden kaybolun, buradan biraz sonra pazarın müdürü geçer!..
Sorunuza cevap bulmuş gibi: Ha, bunlar “on altı elli dokuz”lar, “yayalar”, “pazar müdürleri” imiş, dersiniz.
Dersiniz, ama gürültüden uzak durmak için aceleyle ilk rastladığınız kapıdan içeri girersiniz. Rahatlarsınız. Kendinize gelince etrafa bakınırsınız. Bir de ne göresiniz, deminki pazar müdürünün pazarında değil misiniz?
Dükkân sıraları da meydanlar da kalabalık. Herkes adama benziyor ama hiçbiri birbirine adam olarak bakmaz: biri alıcı, diğeri satıcı, biri çaycı başka biri de vergi toplayıcı, ortada tekerlekli araba sürenler de var. Hep bağırırlar:
− Hey kelle, öte git!
− Hey selle (sarıklı), çekil!
− Önüne baksana öküz?!
− Dikkat! Araba!
− Çekil! Araba..
Ve saire. Adam değil o, arabadır o, öküzdür o, kelledir o, selledir o…
Rahatsız olmaya başlarsanız bir anda yanınızda mütevazı görünüşlü Biri belirir:
− Hayrola efendim? – der anlamlı anlamlı, öfkeli öfkeli. Müdürlüğe ait parmaklıklı kapıyı göstererek ima eder.
Pazar müdürünün bu özel odasının nasıl bir oda olduğunu, mütevazı görünüşlü bu adamın sizi niçin bu odaya davet ettiğini anlamasanız da nedense ödünüz kopar gibi olur, kalbiniz yerinden oynar. Akıl baştayken oradan toz olmak gerektiğini anlarsınız ve çabucak pazardan ayaklarınızı çekersiniz.
Nereye gitsem acaba diye hızla yolda ilerlerken alnına Doktorhane diye yazılmış bir binayı görürsünüz. Nabzınıza bakınca kalp atışınızın yerinde olmadığını anlarsınız… kalbiniz atmıyor, hızla giden Kokan arabası gibi patırdıyor! Neredeyse kafesini yırtıp çıkacak. Can havliyle içeri atarsınız kendinizi.
Eşikte yaşlı bir bekçi kadın oturuyor. Aşağı yukarı doksan yaşında. Bir deri bir kemik vücuduna beyaz gömlek giymiş. Boşuna oturmuş değildir. Hâkimiyeti ele geçirdiğinin keyfini çıkarmaktadır:
− Kimin yanına geldiniz? Yok! Sonra gelirsiniz!
− Nereye gidiyorsunuz?
− O taraf değil, bu tarafa!
− Bu tarafa değil, o tarafa!
− Oturun! Kalkın!.. diyor.
Sizin de yolunuzu keser:
− Hasta, nereye gidiyorsunuz? der gür sesle.
Kafanız karışır.
− Hasta değilim ben, adamım, sağlam adamım, dersiniz mırıldanarak.
Bekçi kadın sözünüzü dinlemez:
− Hastasınız! Hasta değilseniz, burada ne işiniz var?! der tehditle.
− Kalp doktoruna muayene olacaktım… demek zorunda kalırsınız.
− Ha işte, dediğim gibi hastasınız, çok hastasınız, kalbinizde problem var, diye kesin teşhis koyar bekçi kadın.
Çaresiz kabul edersiniz:
− Evet, hastayım, kalbim çok hızlı atıyor, dersiniz. İstemeseniz de sesiniz ağlar gibi çıkar.
Kadın biraz yumuşar.
− Bizde herkes hasta, sağı yok, der sizi avutur gibi.
İçinizden “Siz de sağ değilsiniz nine! Sizin beyninize kurt düşmüş!” diyesiniz gelir diye çimdiklemek istersiniz fakat çimdikleyebileceğiniz et yok doksan yaşındaki bu yaşlı kadında.
Evet, ninenin de gençken tehlikeli bir hastalık geçirdiği kesin. O da, çok tehlikeli olan makam derdi. Bu derdin da birçoklarda bulunan bulaşıcı şekline yakalanmıştır. Hava atmasından vaktiyle büyük dergahların ideoloji bölümlerinde hademelik yaptığı anlaşılır. Çok uğraşmış olmasına rağmen boyundan yukarısına yükselememiş, ondan sonra büyük ihtimalle bir kadınlar kurumuna geçip yaşını çürütmüş. Kesin ya! Dört kadını o yana, altısını bu yana götürmeye alışkındır ki emekliye ayrılıp evinde oturamamış, araya araya burayı bulmuş gelmiş. Ne güzel değil mi? Yerinde oturur, emir verir. Buraya gelen herkes onun emrine itaat eder. Zavallı hastalar “Doktorhanenin en büyüğü bu olmalı” diye düşünürler.
Davranışlarından etsiz üstüne beyaz gömlek giyeli otuz kırk yıl olduğu tahmin edilebilir…
Vay zavallı gönül! Çoluk çocuğunun yanında rahat yaşam sürsen olmaz mı evde…
…demek faydasızdır. Çaresiz razı olursunuz: “Bana ne?” diye el sallayarak kadının gösterdiği ikinci kata yükselirsiniz. Sonra sağa, koridorun ortasına kadar gidersiniz ve sağdan 7 numaralı kapıya bakarsınız: “Kalp Ameliyatı Bölümü” yazısını okursunuz.
Ameliyat mı? Hemen mi?
İçeri girerseniz sanki göğsünüzü kesip kalbinizi çekecekmiş gibi paniğe kapılarak hiç tereddütsüz geri dönersiniz.
Bunlara inanılır mı? Bunlar için siz adam değilsiniz, hastasınız, hastalardan birisiniz. Gerekirse hiç düşünmeden kalbinizi alır, onun yerine yolun kenarında veya çöp kutusunda ölü bulunan köpek ya da kedinin böbreğini nakleder. Ya da pas tutmuş bir demirle değiştirir. Sizin kalbinizi ise rastladık ilk yabancıya dövize satar…
Hayır kardeşim! Kalbim bana lâzım, diyerek kaçarsınız oradan. Kapıda tekrar derttaşınız olan kadına rastlarsınız. Konuşmak için ağzını açtığında kapıya doğru yürürsünüz. Zavallı ideolojist-komiteci kadın arkanızdan:
− Görüştünüz mü? Ne dedi? Bunların hiçbirine kulak asmayın, kayısı suyundan içmeniz yeterli. Bende var! İster misiniz? Bir bardak vereyim mi? der.
Caddeye çıkınca içinizi doldurarak bir of çekersiniz. Rahatlarsınız. Sağa mı gideyim, sola mı gideyim diye kafa yorarken iki yanınızda iki azamet delikanlı belirir.
− Hey, sanki bankayı soymuş hırsız gibi soluk soluğa kalmışsın? der biri sıkıştırarak.
Diğerine bakarsınız. O da aynı sözleri tekrarlıyormuş gibi gelir size. Yoksa ikisi aynı anda konuştu mu? Herhalde bu sözler her iki kulağınızın altında yankı verir gibi olur. Daha kendinize gelmeden her iki yandan aynı anda gür bir ses duyulur:
− Kimsin?!
Sahi, şehirde adamın soyu yok olup gitmişse ben kimim o zaman? Bunlar kim? Ne vasıfla herhangi bir Azamet, rastladığı kişiyi sorgulayabilir?
Sorularınıza hemen cevap bulamazsınız. Beyniniz çok yavaş çalışır, hatta hiç çalışmaz.
− Sıradan bir adamım… dersiniz nedense çekinerek.
− Adam mısın değil misin, onu anlayacağız işte! derler Azametler. Basit bir şeyi bile tehditle konuşurlar. Sonra ilave ederler: − Mendilin var mı?
Allah Allah! Mendili ne yapacak? Neden yanımda mendil taşımam lâzım?
− Maalesef yoktu, acele ettiğimden almayı unutmuşum, dersiniz alçak sesle. Ayrıca benim burnum kolay kolay sulanmaz. O yüzden her zaman mendil taşımam, dersiniz mahcup olarak.
− Nasıl bir adamsın, burnun sulanır mı sulanmaz mı hepsini anlarız. Hadi önümüze düş!
Önlerine düşmenize ihtiyaç kalmaz, iki koltuğunuzdan tutup ayağınızı yere dokundurmadan hoplata zıplata belirsiz bir yere sürüklerler. Omzunuz ağrıdan acır.
− Alo, ben size kütük müyüm, adamım ben! diyerek kim olduğunuzu anlatmaya çalışırsınız. Böğrünüzü mübarek yumrukların iki tanesi ziyaret eder.
− Sakin ol, aksi takdirde direniş gösterdi diye ilgili makama teslim ederim, ananı göreceksin! diye çıkışır biri… hayır, her ikisi.
Her neyse götürecekleri yer uzak değilmiş, iskencelerden çabuk kurtulursunuz.
− Gözleri yerinde değil, kuşku uyandırdı, üstelik yanında mendili de yok. Burnu sulanmazmış, diyerek üstleri olan diğer Azamete teslim ederler.
− Burnu sulanmamak bir kusur olmamalı!.. dersiniz güzel lâf söylediğinizi düşünerek.
Büyük Azamet büyük olmasının yanında eli de bolmuş, boynunuza sert bir yumruk atar.
− Sen benimle hukuku mu tartışıyorsun?! der. Sonra yavaşça yerinden kalkarken ayağının altına bakıp söver ve uzunca esner. – Zor durumda kalmadan itiraf et: sümüklü müsün, kuyruklu musun, nesin? der bambaşka bir huzurla. Esnerken iki yanında bulunan topuz gibi yumruklarını yavaşça kaldırarak her ihtimale karşı tekrar omzunuza yumruk atar.
− Bütün bunlar bir tek mendil için mi, ey adam?! Sizin çoluk çocuğunuz yok mu? gibi anlamsız bir haykırık kaçırırsınız ağzınızdan.
− Ben Azametim, bunun için maaş alırım! Sen ise sümüklüsün, anladın mı?! Üstelik yanında mendilin de yok!
Al sana problem! Sümüklü olmadığınızı, mendili tesadüf eseri evde unuttuğunuzu kime ve nasıl ispat edersiniz böyle durumda? Sokakta boş boş geziyor muydunuz, nereye gitsem diye tereddüt ederek durakaldınız mı, üstelik cebinizde mendiliniz yok mu – sümüklünün ta kendisi olduğunuzu ispatlamaya başka delile gerek var mı?
Korkuya kapılırsınız. Buradan bir an önce kurtulmazsanız “ister gökten, ister yer altından bana sümüklü getir” diye şu ikisini dışarı salıveren ve o andan beri canı sıkılan bu Büyük Azametîn bir koyunun ya da keçinin bağırsaklarını boynunuza ilmesi işten bile değildir.
− Yoldaş Azamet ağabey, ben aslında evde yatıyordum. Hangi rüzgâr beni buraya attı bilemedim. Gerçekten burnum sulanmaz, istediğiniz doktor bakıp bunu onaylayabilir… Ama canım istediğinde içki içerim, o zaman burnum biraz sulanabilir, başka durumlarda her zaman kurudur. İnanmıyorsanız komşularımdan herhangi birini çağırıp sorabilirsiniz: ben suçsuzum, kimseye de zararım dokunmadı, yoldaş Azamet ağabey…
İçki sözünü duyunca Büyük Azamet’in gözleri nemlenir, gönlü yumuşar.
− Zararın yoksa, hâlinden faydan da yoka benziyor, der ima ederek. – Örneğin, her zaman kendini düşünürsün, bizi hiç düşünmezsin!
− Beni salıverirseniz sadece sizi düşünmeye söz veririm yoldaş Azamet ağabey!.. Aksine evden boş çıkmışım.
− Hayır, seni öylesine bırakamam. Seni getiren iki Azamet ne düşünür sonra – sana “verdi”, bana da “aldı” demezler mi? Hayır, kayda geçtin mi yazısız burdan kurtuluş yok, diyerek telefonu eline alır: − Alo! Merkez mi? Sümüklülerden birini tutuklamıştık… diye söze başlar ve devamını söylemeden telefonu kapatır. – Sahi, kendi doktorumuz var ya. Lâkabı Bakavul, bizde eksper olarak çalışır. Önce o baksın, eğer gücü yetmezse, daha akıllısını çağırırız.
Sonra başka numarayı çevirir.
– Bakavul ağa, bir bakar mısınız?
Çok geçmeden odaya yakışıklı bir delikanlı girer. Girer girmez:
– Ne bu? Sokaklarda serseri geziyorsunuz?! der gözünüzün dibine bakarak.
Beyninizden beklenmedik darbe kabullenmiş gibi kafanız karışır.
– Serseri gezmedim… evde oturuyordum, bela mı aradım, farkında olmadan dışarı çıkmışım… dersiniz kekeleyerek.
– Ya sakal? Sakal bırakmışsınız?
– Kardeş, düşünceli adama benziyorsunuz… diye mırıldanmaya başladığınızda Bakavul sözünüzü ortasından keser:
– “Kardeş” demeyin! İlk önce ben sizin kardeşiniz değilim, eksper doktorum! İkincisi siz de ağabeyim değilsiniz, sümüklüsünüz, anladınız mı, mendiliniz de yok!
Korkudan tir tir titrersiniz:
– Bakavul ağabey, n’olur acıyın… yahu… ben sümüklüye benziyor muyum? İyice bakın, benziyor muyum?.. Sadece bugün mendil almayı unutmuşum, o kadar. Sakal da sakal değil, dedim ya beş altı gündür evden çıkmadım diye, yüzümü yün kapladı.
– Evet… der eksper doktor. Çenesine dokunur. Önce size sonra Büyük Azamet’e bakar. Tekrar uzunca “Eve-et” der ve: – Çok kurnazmış, belli etmiyor… Kısacası gerisi size kalmış. Ne diyorlardı? Eti sizin, kemiği bizim, diyerek odadan çıkar.
“Kemiğinizin sahibi”ne arkasından hüzünle bakarsınız. “Etinizin sahibi” ise sizden bir şey çıkmadığından mı yoksa şimdi ne yapsam acaba, diye düşünceye dalar. Sonra tekrar kendine gelerek:
– Aslında düşünmek bize göre değil, biz her türlü işi bir anda hallediveririz, der kendini aklar gibi. Biraz düşünerek aciz olduğunu gösterdiği için utanır. – İliğini sıkacaktım ama… şansın varmış çocuk, eksper doktorumuz senden sakağı bulamadı. Ama içkiyi zamanında hatırlattın. Bizim dilimizde ona alkollü içecek denir… Neyse, büyük eksper doktorları yormayalım. Hemen çık ve gözüme görünme! diyerek gözlerinden ateş püskürür.
Bugün çok şanslısınız. Bu kesin! Aksi takdirde böyle bir yerden kimse kolay kurtulmuş değildir. Nasıl olsa Bakavul dedikleri insaflı doktormuş, belli etmiyor, dedi, başkaları olsaydı, burnunda sakağı olmasa bile var diye hüküm çıkarırdı. O zaman bu Azametlerin marifetini görürdünüz… Allah korudu.
Artık buradan tüymeli. Öte gidip, kendine gelinmeli ve iyice düşünmeli – ne yapılacağı, nereye gidileceği o zaman belli olur.
Gene aynı durum: sağa mı yürüyeyim sola mı? Ha aklınıza gelir, eviniz neredeyse oraya gideceksiniz değil mi? Ama… eviniz nerede?
Neredeyim ben, diye düşünürken karşınızda bir araba durur.
– Nereye gidiyorsun müşteri? diye taksici kafasını arabanın penceresinden çıkarır.
Bu, artık ölünün üstüne çıkıp tekmekle aynıdır. Şaşarsınız. Taksici için sadece bir müşterisiniz. Tabii ki o da sıradan bir taksici…
Düş kırıklığına uğrarsınız. Kiracıya karşılık da vermeden ayağınızın götürdüğü yöne doğru yürümeye… hayır sürüklenmeye başlarsınız.
İçinizden bir başa bu kadar olay… çok değil mi, diye düşünürsünüz. Piyade oldunuz, araba oldunuz, hasta oldunuz, sümüklü oldunuz, şimdi de müşterisiniz, ama adam olmadınız… Gücenirsiniz, ağlamak istersiniz.
Vücut eğik, baş ondan daha eğik, gözler yere bakmış, iki el cepte, düzgün değil, rastgele adım atarsınız, sanki çevrenizde kimse yok, tek başınızasınız; farkında olmadan birine omzunuz dokunduğunda ve o adamın arkanızdan “Ey kör!” diye hakaret etmesine de aldırmazsınız, sağa sonra sola dişinizin arasından çırt diye tükürük uçurursunuz, siz dünyayı unutmuşsunuz, dünya da sizi tanımaz…
Dur bakayım, neden tanımaz? Neden tanımaması lâzım? Ben öyle hiç miyim? Tamam, adımı bilmesin, tamam, beni daha önce hiç görmemiş olsun, ama ben adamım! Adamın adamı tanıması, adamın adama Adam gibi davranması lâzım değil mi?! dersiniz ağlar gibi.
Aniden takılarak düşer gibi olursunuz, hayalleriniz dağılır. Asfalt yolda iki karış uzunlukta demir çıkmışmış. “Lanet olsun!” deyiverirsiniz. Bedduanızın terliğinizin bir kuşağını koparan demire mi yoksa asfaltı özensizce yapan beceriksiz asfaltçılara mı adandığının önemi yok, sahibine ulaşacağından eminsiniz. Sadece, çok korktuğunuzu söyleyerek sinirlenirsiniz. Neyi düşünüyordum? Hah, adamları…
Adamlar…
Yaşam tarzı çok ilginçtir bu adamoğlunun: sabah kalkar, yüzünü, elini yıkar, bir şeyler atıştırdıktan sonra evden çıkar. Nereye gidiyor, gidecek yeri belli mi, yolunda doğru mu gidiyor – düşünmez. Ama her gün aynı: sabahın köründen çoluk-çocuğum diye, umutla bir parça ekmek kazanmak için evden çıkar – rızkını arar. Eğer herhangi bir şey bulursa çok sevinir! Hemen evine dönüverir. Bulamazsa dönmek istemez, dolaşır durur. Keşke hiç değilse bir iğne bulsam, der. Geceye gece, sokağa sokak demeden dolaşan adam boşa mı geziyor sanırsınız? Asla umudunu kesmez, kendine ait olanı aramaya devam eder. Onların da nasibi var tabii ki. Fakat onun bilmediği bir deliğe gizlenmiştir. Önemli olan o deliği bulup eli uzatmaktır. Gerisi kolay..
Bizim Pazar müdürünü alalım. Neden her seferinde onlara yol vererek yaşarız? Çünkü onlara karşı saygımız büyüktür! Neden saygımız büyük? Çünkü Pazar müdürünün derdi büyük. Haklısınız, iyice düşünüldüğünde o derdin bir ucu ya çoluk çocuğunun ağzına ya kendi karnına bağlanmış olur. Biliyoruz, ama kusur saymıyoruz. Neden kusur saymıyoruz? Çünkü Pazar müdürleri büyük adam, göbekleri de büyük. Hemen kollarını sıvayarak harekete geçmeleri ondan. İlk basamaktakini yiyip bitirdikten sonra ikincisine çıkar; ikinci basamakta çok, üçüncüsünde ondan daha çok serpilmiş olur… Yükseldikçe rızkının bollaştığını görüp daha çok iştahı açılır, daha çok yükselmek ister. Mahsus öyle yapılmıştır. Çünkü eğer merdivenin her basamağına aynı miktarda tohum saçılmış olsaydı kimse yukarıya doğru hareketlenmezdi.
Yayalar, arabalar, çaycılar, vergi toplayıcılar, hastalar, sümüklüler, kiracılar, müşteriler… göbekleri küçük olduğundan onlara “Küçük adamlar” denir. Onların tohumu aşağı doğru ve daha az serpilir. Arar, aradıkça aşağı iner… Durmadan çabalar, koşuşturur, sonunda etrafı görmez olur. Hemen yanında yukarı doğru giden merdiveni de, bu merdivenden koşarak, sürüklenerek yükselenleri de göremez. Görse bile aldırmaz. Zaten görse de ne olur? Burnunun dibine konan sineği kovmaya özen göstermeyen adam, merdivene bakar mı?! Onun kendi tohumlarını toplaması lâzım, ona adananı da aşağı doğrudur.
Pazar dedikleri aslında işte bu büyük küçük göbekler için bulunmuştur – canlı adam var ki iki kuruş bulayım der. Birbirinin eline bakar, gözlerini oynatarak kendine adananı arar. Kendine adananı içinden hisseder, hemen atılır, alır, cebine sokar, bunun ardından da her ihtimale karşı gülümser – mahçupluktun kurtulmak ister sanki. Şanslıları merdivene doğru koşarlar, diğerleri ise aşağı inmeye devam ederler.
Akşam büyük küçük herkes evine döner. Koşarak onu karşılayan çoluk çocuğunu bağrına basar, okşar, öper, masal anlatır. Karısının pişirdiği yemekleri huzurla yer, televizyon seyreder, kemiklerini şakırdatarak gerinir, daha sonra uyur. Uyurken horlar, tatlı tatsız rüyalar görür.
Tabii ki bu sevdaların hepsi uyanık ve hayatta bulunan insanlara özgüdür. Uyuyanlar ya da ölüler zararsız varlıklardır. Onlardan kimseye zarar gelmez. Bütün işler uyanıklar ve canlılardan gelir. Gülünç durum. Dirilikte ya da uyanıklıkta ne sır var acaba, diye cevabını bulamazsınız. Canlılar ve uyanıklar adam olduklarını unuturlar âdeta.
Kısacası, tam bir eğlence… “Eh, İnsanoğlu!” diyesiniz gelir.
Böylesi görülmemiştir. Görülmüş olsa bile onlar çoktan rahmetli olmuştur, şimdikiler bilmezler. Kısacası…
…o anda âlemi araba tekerleklerinin, klaksonların sesi tutar. Kendinize gelir gibi olursunuz. Caddenin ortasında ne zaman ve niçin durakaldığınızı hatırlayamazsınız, bu arabaların size çarpmamak için gürültü çıkararak zor durduklarını anlayamazsınız. Şoförlerin kimi, arabasının içinde oturdukları gibi el sallayarak, kimisi de kafalarını dışarı çıkararak ağır ağır sözlerden taş yaparak size doğru atarlar. Neler olduğunu çat pat anlamaya başlarsınız. Kalbiniz hızla atarak, budunuzun arası titrer. Ama sersemleyerek hemen kendinize gelemezsiniz. Yerinizde tebrenir durursunuz. Biri arabasından inerek size doğru yürür. Şimdi dövecek, diye düşünürsünüz. Ama kendinizi savunmak aklınızın ucuna bile gelmez. Bu durumda kendinizi savunamazsınız da.
– Göz var mı be adam?! der sinirli sinirli. Ama dövmez. Koltuğunuzdan tutarak arabaların arasından sizi yolun kenarına çıkarır.– Allah korudu, ağabey. Aksi takdirde sizin yüzünüzden bunca araba birbirine girecekti. Neleri düşünüyorsunuz böyle?..
Bir şey demezsiniz. Diyemezsiniz. İçinizdekileri nasıl anlatırsınız ona? Delikanlı ateşli ateşli sözüne devam eder:
– On adım ileri gitseniz orada devlet köre asa koymuş gibi çizgi çekmiş. Oradan geçebilirdiniz ve bunlar yaşanmazdı. Devlet boşuna çizgi çizmez, ağabey, gözünüzü dört açın, tamam mı? der ve sizi yolun karşı tarafına geçirip arabalar sürüsü arasında kalan kendi arabasına doğru koşar.
Seranın parmaklığına dayanarak soluk alırken birdenbire gözleriniz parlar:
Ne dedi? “Adam” mı dedi! Evet, öyle dedi! Kesin “Adam” dedi!
Bu sözün uzun süredir ilk defa kullanıldığını hatırlarsınız. Zevk duyarsınız. Daha yeni korkunç bir felaketten paçanızı kurtardığınızı da unutursunuz. Gönlünüzü anlayamadığınız bir kıvanç sarar. Zihniniz keskinleşir.
Adam! Ne kadar güzel, ne kadar hasret duyulan, ne kadar da hoş Söz! Hatta ağzınızı doldura doldura söyleyebilirsiniz! Bu büyük bir makama Adamoğlu her yönden münasip değil mi? Çünkü o, öncelikle Adamdır! Adam olarak doğmuştur, Adam olarak kalacaktır! Ama bunun için kendini her zaman Adam hissetmesi, birbirine öncelikle Adama bakar gibi bakması, birbirinde önce Adamı görmesi lâzım. Bundan fazla da değil, eksik de!..
E, bu kadar işte.
Bir bakıma ayağınıza terliği iliştirip çilehaneniz ya da mezarızdan atılıp dışarı çıkmanız da iyi olmuş. Yaklaşık yarım gün boyunca yaşanan olaylardan bir gerçeği anlarsınız.
– Ey adamlar, ben de bir adamım! Biz hepimiz adamız, aziz ve mükerrem Adam olarak yaratılmışız! diye haykırırsınız.
Bu sözler çok hoşunuza gider, tekrar söylersiniz. Sokakta yediden yetmişe herkes ağzını açar, şaşırır. Hatta arabalar bile durur. Kimse klaksonu da çalmaz. Kimse kimseyi sövmez, elini sallamaz, gülümseyen yüzle size bakar, başka neler der acaba diye bekler. Siz de unutulmuş olan bu basit gerçeği üçüncü defa var avazınızla söylersiniz ve… Söyledikçe söylemek istersiniz. Sesinizle birlikte moraliniz de göğe kadar yükselmiş gibi olur.
Ayaklarınız tüy gibi hafifleşir. Güvenle ileri atılırsınız. Nereye gittiğinizin önemi kalmaz. Evinizin nerede olmasının da artık önemi kalmaz gibi gelir size. Zaten…
…bilimsel araştırmanız herhalde sonuç verdi: her şey anlaşıldı.
Nurullah Muhammed RAUFHAN
"Қардош қаламлар" журнали 2013 йил 84 сон
Leave a Reply